Rezil Bilim ve Akademi Kültürü

 Bugünkü yazımda bir süredir aklımda olan bir konuyu ele almak istiyorum. Bu konunun seçimi, kendi felsefi düşüncelerimle de uyumlu olduğu için, benim adıma önem arz ediyor. Herkesin bildiği bir konuya farklı bir açıdan yaklaşmaya çalışacağım.

Başlığı dikkat çekmesi için, bilerek tahrik edici seçtim. İnsanları “tetik”lemek ve “dikkat” noktasını artırabilmek için bazen böyle şeyler yapmak gerekebiliyor. Tıpkı televizyon programlarında tartışmaların reyting alması gibi.

2020 Türkiyesinde, üniversite eğitimi alan pek çok insan ile görüştüğümde -bölüm fark etmeksizin- çoğunda mesleğini yapma hedefinden önce “akademisyen olma” hedefinin yer aldığını görüyorum.

Bir açıdan bakarsak, idealist düşünen insan oranının artması ve kendisini olduğu gibi kabul etmeden geliştirmeye çalışan insanların artması memnun edici gibi görünüyor. Ancak işin içine girdiğimde bu durumun pek de öyle olmadığını görüyorum.

Maalesef akademi yolunda ilerlemek isteyenlerin pek çoğu özgür düşünme, araştırma, çalışma yapma sevdasından çok; “akademisyen” olma sevdasına kapılıp gitmiş gibi görünüyor. Bu da bilimin bir kültür ya da düşünce biçimi olarak öne çıkmasından ziyade bir “meslek” grubu olarak tanımlanmasına yol açıyor.

Pek çok öğretim üyesi ile konuştuğumda bile “kendince üstlerinde” yer alan doçentlere, profesörlere gerektiği yerlerde bile karşı gelemediklerini görüyorum. Oysa benim anladığım bilim kültürü bu değil. Siz bir öğrenci olsanız bile, profesörünüze bilimsel olarak karşı gelebilmelisiniz.

Bu saygısızlık değil, tam tersi bilimin gücüdür. Profesörün bundan gocunması değil, gurur duyması gerekir. İtiraz edebilen, düşünebilen, sorgulayan, analitik öğrenciler yetiştiriyor olduğunu düşünmesi gerekir. Zira 2020 dünyasında bilgi anlatmak, çok da ihtiyacı karşılayan bir yapı sunmuyor. Bilgi her yerden, her kaynaktan öğrenilebilir. Sizin yetiştirmeniz gereken bilim kültürüdür, itiraz edebilmektir, araştırabilmektir, sorgulayabilmektir.

Bugün pek çok araştırma ve öğretim görevlisi bile eleştirel düşünce becerisi kazanamıyor çünkü kişisel öz geleceğini düşünmek zorunda. “Hoca bana taktı” ya da “Hoca ileride önümü keser” düşünceleri hâkim oluyor. Ne diyebilirim? Yazık!

Maalesef günümüz Türkiyesinde bilim, çok farklı anlaşılıyor. Bilim bir kültür olarak gelişmek yerine, bir grup akademisyenin tekeline girmiş durumda bulunuyor. Bunu nasıl mı anlayabiliriz?

Bugüne kadar pek çok sempozyuma ve kongreye katıldım. Oturum başkanları nedense sürekli öğretim üyesi olarak seçilmektedir. Oysa uzmanlığını almış pek çok klinisyen mevcuttur. Kendi hemşirelik mesleğimden örnek vermek gerekirse; oturum başkanı olarak neden sürekli “Prof. Dr. Enes Taplı” yer alıyor? Neden bilim denilince akla yüksek lisansını, doktorasını yapmış “Uzm. Hem. Enes Taplı” gelmiyor?

Türkiye’de bilimi geliştirmesi gereken grubun akademisyenler olması gerekirken, kimi akademisyenlerin tam da bilimin gelişimini engellediğini düşünüyorum.

Bir bilimsel programda, “Öğrenciler ve klinisyenler kendilerini yeterince ifade edemiyor. Hocalar kendilerini terslerse, kendilerine karşı çıkarsa diye korkuyorlar” demiştim. Programın çıkışında bir doçent öğretim üyesi benimle konuşup, “Bugün bile ben profesörümle konuşurken hala çekiniyorum, sizler de tabii çekineceksiniz. Olması gereken bu” demişti. Şaşkınlıkla karşılamıştım.

Bilim uğruna, bilimsel bilgiyi istediği gibi tartışabileceği en önemli insanlardan birisiyle konuşurken, onun fikrine itiraz etmeye korkuyordu. “Bu nasıl bilimsizliktir!” diye çığlık atmak istedim ancak atamadım. Sadece gülebildim.

Aklıma bir lisans öğrencisi arkadaşımın anlattığı geldi. Arkadaşım, sınıfına gitme amacıyla asansöre doğru yürüyor. Hocalar ise sohbet ederek, asansörün önünü kapatıyorlar. Arkadaşım da önlerinden geçip, asansöre biniyor. Sözüm ona bir “psikiyatri” hocası: “Hocalarının önünden geçmeye utanmıyor musun?” diyor. Bu anıyı duyduğumda hayal kırıklığına uğradım, üzüldüm, kırıldım, bin parça oldum. Hayatımız boyunca üzerimize yüklediğimiz "sözde" unvanlar, nasıl da bizi "insan" olmaktan uzaklaştırıyor diye düşündüm.

Yüksek lisans ve doktora eğitimleri bile bilim kültürünü maalesef yeterince sağlamıyor. Örnek vermek gerekirse; beş kişilik bir yüksek lisans sınıfı düşünelim. Bu sınıfta her öğrenciye bir ya da iki konu verildi diyelim. Her öğrenci, sunum haftası sırası geldiği zaman konusunu anlatıyor. Sınıf arkadaşları ise arkadaşlarını eleştirmeye korkuyor. Çünkü “Yemekteyiz” programına benzer bir şekilde, kendi sunumuna gelince de arkadaşının intikam almak için kendisini eleştirebileceğini düşünüyor.

Hadi diyelim bundan çekinmedi, bu sefer de arkadaşını kırmaktan korkuyor. “Arkadaşımın bilimini eleştirirsem bana kırılır mı?” ya da “Arkadaşımı hocanın önünde eleştirirsem, hoca puanını kırar mı?” gibi sorular gündeme geliyor.

Lisansüstü eğitimde sunum üzerinden değil, eleştiriler üzerinden puan toplanması lazım. Ne kadar güzel eleştirirsen, o kadar çok puan alabilmen lazım. Bilimsel düşünce var olan olumsuzluğu, "Üzülmesinler" diye destekleyerek değil tam tersi yapıcı bir şekilde eleştirilerek geliştirilir.

İşte arkadaşlar tam da bu “karşı gelememe” korkusu bilimi engelleyen ve bilimin doğuşunu değil, bilimini batışını simgeleyen duygular oluyor. Bilimsel düşünce bu değil. Çünkü bugün arkadaşını eleştiremeyen kişi; yarın meslektaşını, unvandaşını, hocasını eleştiremiyor.

Bu konuda yazmak, çizmek, söylemek istediğim o kadar çok şey var ki.

-Kim olursa olsun- muhalif olmaktan, eleştirmekten, sorgulamaktan, kritik düşünmekten kaçınmayın.

Türkiyede bilimsel olduğuna inanılıp, tam tersi bilimi engelleyen şeylerin tartışılması gereken vakit çoktan geldi de geçiyor bile.

Başlık ve yazının içeriği yanıltmasın, yakında Türkiyede bilimin umutlarını da yazacağım. O yazımda görüşmek üzere. Sevgiyle kalın.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Psikiyatri Hemşireliğine Dair Her Şey: Nedir, Ne Yapar, Nasıl Olunur?

İnsanı Bilgi Değil, İlişkiler İyileştirir

Psikiyatri Hemşiresi mi? O Da Ne?