Türk Milleti Duyguları Uçta Yaşar
Genelde mantık değil de duygu odaklı yaşayan bir toplumuz. Duyguları da çok üst perdelerde yaşıyoruz. Trafikte öfkeyi, kendimizi feda edercesine yardımseverliği, sporda tutkuyu, görevde sıkılmayı ve rahatlığı yaşıyoruz. Bir grubun içerisindeyken de grubun kurulma amacını bırakıp, kişiler arası ilişkilerdeki duygusallığa odaklanıyoruz. Bu yüzden de pek çok grup dağılıyor.
Geçtiğimiz aylarda İstanbul’u etkileyen deprem olduğunda şu cümleleri kurmuştum: “Bu ara bizi harekete geçiren de yine mantık değil, duygu. Korku duygusuyla yüzleştik hepimiz, belki travmatize olduk. Aslında bizim şu anki tepkilerimiz de mantık yani logos ağırlıklı değil, duygu ağırlıklı. ‘Bu böyle olmalı’ diye gidiyoruz, teknikle değil.
Yarın duygunun etkisi geçince yine susacağız çünkü biz de duyguyla yaklaşıyoruz. Kurumlardaki yöneticiler de toplumdaki bireylerden oluşunca, kurumlar da mantıksal değil, duygusal hareket ediyor, şaşırtmıyor.”
Deprem olayının üzerinden neredeyse iki ay geçecek. Üzerimde bir tarafta haklı çıkmanın verdiği narsistik doyum varken, bir yandan da gerçekler ile bir kez daha yüzleşip, yeterince adımların atılmadığı bir üzüntü var. Deprem zamanı tüm sosyal medya, bireyler, kurumlar ayağa kalmış ve mantık görünümüne bürünmüş duygular konuşuyordu. Çoğu duygu gibi, bu duygu da bilinç düzeyinden düştü ve ortada bir sonraki yoğun korku haline kadar bir rahatlama, gevşeme hali var oldu.
Aslında çok garip değil mi? Mantıkla değil, duyguyla hareket ediyoruz. Deprem, afet planları oluşturmuyoruz. Yarın bir gün deprem olduğunda da birileri vefat edince üzülüyoruz. Duygu duyguyu doğuruyor. Bir açıdan da bakmak gerekirse acaba bu durum kültürsel bir etki olabilir mi? Belki de bizi kaygılandıran, korkutan gerçekleri bilerek bilinç düzeyinden çıkartıyoruz ve derinlere gömüyoruz. Türk toplumunun belki bir baş etme yöntemi olarak inkâr ve bastırma mekanizmaları gelişmiş olabilir diye düşündüm. Ani rahatlamaya ihtiyacımız var. Kaygı ve korkuya çok fazla dayanamıyoruz. Birisi ölmek üzere olan bir hastayken bile “Aman öyle deme, ağzından yel alsın” diyoruz. Bizi korkutan durumları hep yok sayma eğilimindeyiz.
Peki mantıksal olmak zorunda mıyız? İnsan duygusal olmayı seçemez mi? Bence seçer. İnsanın seçenekleri bildikten sonra acıyı seçme hakkı da var diye düşünüyorum. Zira insan acısından da anlam bulabilir, acısı üzerinden kendisini özel hissedebilir. Özel hissetme durumuna sahip olmak için gerekirse acıyı sahiplenebilir. Buradaki en önemli şart ise sorumluluğunu kabul etme, edebilme becerisi diye düşünmekteyim. Örneğin hem zamanında “bireysel” önlemleri almayıp, hem de yöneticilere veryansın ediliyorsa sorunu dışsallaştırıp, kendi sorumluluğunu kabul etmeyip, suç başkasında bulunup rahatlanıyorsa yüzleşilmesi gereken durumlar var gibi duruyor.
İnsanın bir başkasını suçlaması, kendisini suçlamasından kurtarıyor gibi duruyor yoksa savaş hali kişinin kendi içerisine dönebilir ve depresyona girebilir. Benim önerdiğim sistem şu; gerekirse duygusal olmak seçilsin ama bunun sorumluluğu da alınsın. Belki bu farkındalığı sağlayınca gerçekten duygusal olup olmak istemediğimize karar verebiliriz. “Benim de bu işten sorumluluğum varmış” aşamasını fark ettikten sonra belki isteyen kişiler “mantık” seviyesine geçebilir diye düşünüyorum.
Trafikteki tartışmalara, spordaki tutkulara, kendimizi unuturcasına fedakarlığa ise belki başka bir gün girerim. Bütün bu aşamalarda da yine mantık değil, duygular çarpışıyor diye düşünüyorum. Neyin “mantık”, neyin “duygu” olduğunu biraz fark edebilmemiz dileğiyle. Benim görüşüm, Türk milletinin çoğunun duygusal olduğu yönünde. Azınlık da yok değil. Kimseyi dönüştürme gayreti içerisinde de değilim. Herkes olduğu gibi acısıyla ve mutluluğuyla güzel. Sadece fark etmek, fark ettirmek istedim. O kadar 😊
Yorumlar
Yorum Gönder